Beklemek ve Beklenmeyenler
Gönderilme zamanı: Pzr Eki 19, 2025 6:03 pm
Kabilî olmanın belki de en az bahsedilen tarafı sonsuz kadar beklemekti. Bir şeylerin olmasını beklemek ya da birilerinin gelmesini beklemekti. Zira sonsuza kadar vaktin olduğunda beklemekten başka çaren kalmıyordu. O yüzden çoğu kandaş Gehenna’yı bekliyordu çünkü Gehanna’nın belki de onlar için tek çıkış yolu olduğunu biliyorlardı. İlk nesillerden pek çok yaşlı Kabilî belki de bu yüzden derin uykulara yatmışlardı arzın derinliklerinde, ya da Set bilinmeyen bir yolculuğa bu yüzden çıkmıştı. Beklemekten usanmışlardı. Ekrem anlayabiliyordu. Henüz kendine dahi itiraf edemese de nasıl bir şey olacağını düşünüyordu özellikle hiçbir şeyin olmadığı böyle gecelerde.
Karaköy’deki banka binasının en üst katı hem Haliç’in ağzını hem de Boğaz’ın Marmara’ya açıldığı noktayı gören stratejik bir manzaraya sahipti. Ölümlülerin sahip olmak için milyonlarca doları gözden çıkaracağını bir manzara. Gehenna için hazırlık yapan bir cemaatin elinde böyle bir maddi kaynak tutması zaman zaman Ekrem’e saçma gelse de, çoğu zaman bunun belki de temelde ölümlülerin elindeki duyulan kıskançlıktan ileri gelen bir intikam duygusuyla yapıldığını düşünüyordu. Kendisi de her şeye rağmen ölümlüleri kıskanıyordu. Ölümlüler sonsuza kadar beklemek zorunda değildi. Zaman kendisi için bir baldan daha yavaş akarken onlar için adeta uçup gidiyordu.
Bulunduğu oda binanın üst katının yarısını kaplıyordu, gereksiz bir şekilde büyük bir odaydı. Üç duvarı tahta paneller ile kaplı odanın Boğaz’a bakan cephesi boydan boya pencereler ile kaplıydı. Şayet olduğu şey olmasaydı odayı ısıtmak için bir servet harcaması gerekirdi ancak Ekrem’in altmış beş senedir soğukla alakalı dertleri olmamıştı. Arkasındaki duvara dayalı sarkaçlı saatin tıkırtıları eşliğinde saatlerdir hareket etmeden camdan İstanbul’u seyrediyordu. Odağı kimi zaman gecenin karanlığı yüzünden oluşan camdaki yansıma kayıyor, bazen Marmara’nın karanlığa gömülmüş olan ufkuna, bazen de ışıl ışıl parlayan Kız Kulesi’nin arkasında kalan Üsküdar Sahili’ne kayıyordu. Yer yer kulağına çalınan korna sesleri ve bağrışmalar ona saatin epey ilerlediğini anlatmaya çalışsa da, Ekrem kıpırdamak istemiyordu. Boğaz’dan çıkıp Marmara’nın içlerine ilerleyen kuru yük gemisi şuanda dünyadaki her şeyden daha ilgi çekici geliyordu.
“Tak, tak, tak.” Kapıya üç kez vurulan elin çıkardığı sesle, Ekrem sanki kendisine hayat üflenmiş bir heykelin yavaşlığıyla kafasını kapıya döndü. Sol eli gayri ihtiyari bir şekilde yeleğinin cebindeki köstekli saate uzandı ve açtı. 12.49. Gece yarısını neredeyse bir saat geçmişti. Ekrem emin adımlarla masasına doğru yürüdü ve kendisine çeki düzen verdikten oturup seslendi.
“Gir.”
Kapı hafifçe aralandı ve gri saçları sımsıkı bir şekilde toplanmış bir kadın kafası belirdi. Necla Hanım gözlüklerinin üzerinden ona bakarak konuşmaya başladı.
“Böldüğüm için özür dilerim efendim ancak bir beyefendi size bir paket getirdiği söyledi. Sadece size teslim edeceğini söylüyor.”
Ekrem hafifçe kaşlarını kaldırdı. Belki de gün batımından bu yana beklediği şey buydu. Eliyle girsin işareti yaptıktan sonra koltuğuna yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Necla Hanım odaya girip koridorun karanlığında bekleyen kişiyi içeri buyur edip kapıyı kapatarak dışarı çıktı. İçeri giren adam kırklı yaşlarının sonunda görünen alelade giyimli biriydi. Elinde ahşaptan yapılma ufak bir kutu tutuyordu.
“Evet?”
Adam cevap vermek yerine emin adımlarla masaya doğru yürümeye başladı. Ekrem tek kaşını kaldırarak adamın yaklaşmasını izledi. Adamın suratı odanın duvarlarına asılı gaz yağı lambalarının sönük ışığında gölgelerde kaplıydı ancak bu durum Ekrem’in adımın ifadesiz yüzünü görmesine mani değildi. Adam bir mermer kadar hissizdi, hiçbir insan bir kandaşın inine girdiğinde bu kadar hissiz olamazdı. Şayet…
Ekrem koltuğuna yaslanmayı bırakıp iki ayağına da yere koydu, bu adam bir gûl idi. Sadece adab-ı muaşerete kökten bağlı olan yaşlı kandaşların hala kullandığı bir yöntemdi bu. Zira Ekrem’de kilise ayinlerine olan davetiyeleri hala bu şekilde alıyordu. Daha genç vampirler genelde posta servisi ya da diğer elektronik iletişim yöntemleri tercih ediyordu artık. Meşreplerine göre hangisi daha çok hoşlarına gidiyorsa.
Adam masanın önüne geldiğinde bir kafa selamı verip tek kelime etmeden elindeki ahşap kutuyu bıraktı ve üstüne bir adet zarf koydu. Ekrem uzanıp zarfı alıp incelemeye başladı. Zarf alelade bir şeydi, herhangi bir kırtasiyede bulunabilecek türden beyaz bir zarf. Kırmızı bir mumla mühürlenmiş, kan kırmızısı mum kullanılmıştı. Bu da kandaşların sık tercih ettiği bir renkti. Ekrem her zaman kör göze parmak olduğunu düşünmüştü bu renk tercihinin ama elinden de bir şey gelmiyordu. Ancak herhangi bir sembol ya da işaret yoktu mühürde. Sadece eritilmiş bu ile kapatılmıştı zarfın ağzı. Ekrem’in gördüğü kadarıyla herhangi bir şekilde zarar görmemişti mühür.
Ekrem masasında bulunan mektup bıçağıyla zarfı açtı ve içindeki mektubu çıkartı. İlk bakışta yazıyı yazan kişinin mektubu hızlı bir şekilde yazdığı belli oluyordu. Çoğu kelimenin sonları çiziktirmelerden ibaretti.
Ve be jenerik ismin sahibi kimsenin haberi olmayacak şekilde onunla buluşmak istiyordu.
Ekrem kafasını kaldırıp önce masada duran kutuya sonra da masanın önünde dikilen adama baktı.
“Git şu köşede bekle, görünüşe göre senden kolay kolay kurtulamayacağız.”
Adam başını bir kere eğerek selam verdi ve yine bir şey demeden Ekrem’in işaret ettiği köşeye geçti. Ekrem temkinli bir şekilde kutuya doğru uzanıp kapağını yavaşça açtı. Kabilîler bir birlerine hayrına hediye vermezlerdi. İki tane kandaş konuştuğunda bile her zaman Jyhad göz konusuydu. Kutunun kadife kaplı içinde deriden bir kese duruyordu. Ekrem hafifçe havayı kokladı, sadece eski deri ve toprak kokusu vardı. Ekrem keseyi eline tartmak için aldığında keseden şıngırdama sesi geldi. Gelen sen üzerine Ekrem’in kaşları gayri ihtiyari çatıldı ve çevik parmak hareketleriyle kesenin bağını çözüp içindekileri önüne boşalttı. Beş tane altın para masasının kahverengi yüzeydi bir-iki defa sektikten sonra durdular. Ekrem paralardan birini incelemek için eline aldı ve yüzüne doğru kaldırdı. Gaz lambalarının turuncu ışığı sarı paranın üzerinde birkaç kez yansıdı, Ekrem parayı parmakları arasında çevirirken. Sonra bir diğer paralar ile de aynı şeyi yaptı. Görünüşe göre bu paralar alelade altın sikkeler değildi. Ekrem’in anladığı kadarıyla Antik Mısır paralarıydı. Klanı ve cemaatinin sahip olmak için yüzlerce kişiyi öldüreceği türden paralar. Bulan ve sahip olan kişiye yüksek derecede itibar sağlayacak paralardı. Yine de emin olmakta fayda vardı.
Ekrem masasındaki telefona uzandı ve ahizeyi kaldırıp bir tuşa bastı.
“Emre’yi derhal buraya getirin!”
Karaköy’deki banka binasının en üst katı hem Haliç’in ağzını hem de Boğaz’ın Marmara’ya açıldığı noktayı gören stratejik bir manzaraya sahipti. Ölümlülerin sahip olmak için milyonlarca doları gözden çıkaracağını bir manzara. Gehenna için hazırlık yapan bir cemaatin elinde böyle bir maddi kaynak tutması zaman zaman Ekrem’e saçma gelse de, çoğu zaman bunun belki de temelde ölümlülerin elindeki duyulan kıskançlıktan ileri gelen bir intikam duygusuyla yapıldığını düşünüyordu. Kendisi de her şeye rağmen ölümlüleri kıskanıyordu. Ölümlüler sonsuza kadar beklemek zorunda değildi. Zaman kendisi için bir baldan daha yavaş akarken onlar için adeta uçup gidiyordu.
Bulunduğu oda binanın üst katının yarısını kaplıyordu, gereksiz bir şekilde büyük bir odaydı. Üç duvarı tahta paneller ile kaplı odanın Boğaz’a bakan cephesi boydan boya pencereler ile kaplıydı. Şayet olduğu şey olmasaydı odayı ısıtmak için bir servet harcaması gerekirdi ancak Ekrem’in altmış beş senedir soğukla alakalı dertleri olmamıştı. Arkasındaki duvara dayalı sarkaçlı saatin tıkırtıları eşliğinde saatlerdir hareket etmeden camdan İstanbul’u seyrediyordu. Odağı kimi zaman gecenin karanlığı yüzünden oluşan camdaki yansıma kayıyor, bazen Marmara’nın karanlığa gömülmüş olan ufkuna, bazen de ışıl ışıl parlayan Kız Kulesi’nin arkasında kalan Üsküdar Sahili’ne kayıyordu. Yer yer kulağına çalınan korna sesleri ve bağrışmalar ona saatin epey ilerlediğini anlatmaya çalışsa da, Ekrem kıpırdamak istemiyordu. Boğaz’dan çıkıp Marmara’nın içlerine ilerleyen kuru yük gemisi şuanda dünyadaki her şeyden daha ilgi çekici geliyordu.
“Tak, tak, tak.” Kapıya üç kez vurulan elin çıkardığı sesle, Ekrem sanki kendisine hayat üflenmiş bir heykelin yavaşlığıyla kafasını kapıya döndü. Sol eli gayri ihtiyari bir şekilde yeleğinin cebindeki köstekli saate uzandı ve açtı. 12.49. Gece yarısını neredeyse bir saat geçmişti. Ekrem emin adımlarla masasına doğru yürüdü ve kendisine çeki düzen verdikten oturup seslendi.
“Gir.”
Kapı hafifçe aralandı ve gri saçları sımsıkı bir şekilde toplanmış bir kadın kafası belirdi. Necla Hanım gözlüklerinin üzerinden ona bakarak konuşmaya başladı.
“Böldüğüm için özür dilerim efendim ancak bir beyefendi size bir paket getirdiği söyledi. Sadece size teslim edeceğini söylüyor.”
Ekrem hafifçe kaşlarını kaldırdı. Belki de gün batımından bu yana beklediği şey buydu. Eliyle girsin işareti yaptıktan sonra koltuğuna yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Necla Hanım odaya girip koridorun karanlığında bekleyen kişiyi içeri buyur edip kapıyı kapatarak dışarı çıktı. İçeri giren adam kırklı yaşlarının sonunda görünen alelade giyimli biriydi. Elinde ahşaptan yapılma ufak bir kutu tutuyordu.
“Evet?”
Adam cevap vermek yerine emin adımlarla masaya doğru yürümeye başladı. Ekrem tek kaşını kaldırarak adamın yaklaşmasını izledi. Adamın suratı odanın duvarlarına asılı gaz yağı lambalarının sönük ışığında gölgelerde kaplıydı ancak bu durum Ekrem’in adımın ifadesiz yüzünü görmesine mani değildi. Adam bir mermer kadar hissizdi, hiçbir insan bir kandaşın inine girdiğinde bu kadar hissiz olamazdı. Şayet…
Ekrem koltuğuna yaslanmayı bırakıp iki ayağına da yere koydu, bu adam bir gûl idi. Sadece adab-ı muaşerete kökten bağlı olan yaşlı kandaşların hala kullandığı bir yöntemdi bu. Zira Ekrem’de kilise ayinlerine olan davetiyeleri hala bu şekilde alıyordu. Daha genç vampirler genelde posta servisi ya da diğer elektronik iletişim yöntemleri tercih ediyordu artık. Meşreplerine göre hangisi daha çok hoşlarına gidiyorsa.
Adam masanın önüne geldiğinde bir kafa selamı verip tek kelime etmeden elindeki ahşap kutuyu bıraktı ve üstüne bir adet zarf koydu. Ekrem uzanıp zarfı alıp incelemeye başladı. Zarf alelade bir şeydi, herhangi bir kırtasiyede bulunabilecek türden beyaz bir zarf. Kırmızı bir mumla mühürlenmiş, kan kırmızısı mum kullanılmıştı. Bu da kandaşların sık tercih ettiği bir renkti. Ekrem her zaman kör göze parmak olduğunu düşünmüştü bu renk tercihinin ama elinden de bir şey gelmiyordu. Ancak herhangi bir sembol ya da işaret yoktu mühürde. Sadece eritilmiş bu ile kapatılmıştı zarfın ağzı. Ekrem’in gördüğü kadarıyla herhangi bir şekilde zarar görmemişti mühür.
Ekrem masasında bulunan mektup bıçağıyla zarfı açtı ve içindeki mektubu çıkartı. İlk bakışta yazıyı yazan kişinin mektubu hızlı bir şekilde yazdığı belli oluyordu. Çoğu kelimenin sonları çiziktirmelerden ibaretti.
Ekrem, alaycı bir şekilde gülümsedi. 'Agop Balyan', Sarı Çizmeli Mehmet Ağa ya da Zeyd Türkler ve Müslümanlar için isim olarak ne demekse, Agop Balyan da Ermeniler için o anlama gelen bir isimdi. Jenerik bir isim.Sayın Ekrem Bey,
Sizinle en kısa sürede cemaatiniz için önemli olduğuna emin olduğum bir konuda buluşmak istiyorum. İşin önemini ve iyi niyetimi göstermek için size hizmetkârımla bir hediye yoluyorum. Umarım en kısa zamanda rahatsız edilmeden konuşabileceğimiz bir yerde benimle buluşmayı kabul edersiniz. Cevabınızı en kısa süre mektubun size ulaştığı yöntemle bana ulaştırmanız dileğiyle.
Agop Balyan
Ve be jenerik ismin sahibi kimsenin haberi olmayacak şekilde onunla buluşmak istiyordu.
Ekrem kafasını kaldırıp önce masada duran kutuya sonra da masanın önünde dikilen adama baktı.
“Git şu köşede bekle, görünüşe göre senden kolay kolay kurtulamayacağız.”
Adam başını bir kere eğerek selam verdi ve yine bir şey demeden Ekrem’in işaret ettiği köşeye geçti. Ekrem temkinli bir şekilde kutuya doğru uzanıp kapağını yavaşça açtı. Kabilîler bir birlerine hayrına hediye vermezlerdi. İki tane kandaş konuştuğunda bile her zaman Jyhad göz konusuydu. Kutunun kadife kaplı içinde deriden bir kese duruyordu. Ekrem hafifçe havayı kokladı, sadece eski deri ve toprak kokusu vardı. Ekrem keseyi eline tartmak için aldığında keseden şıngırdama sesi geldi. Gelen sen üzerine Ekrem’in kaşları gayri ihtiyari çatıldı ve çevik parmak hareketleriyle kesenin bağını çözüp içindekileri önüne boşalttı. Beş tane altın para masasının kahverengi yüzeydi bir-iki defa sektikten sonra durdular. Ekrem paralardan birini incelemek için eline aldı ve yüzüne doğru kaldırdı. Gaz lambalarının turuncu ışığı sarı paranın üzerinde birkaç kez yansıdı, Ekrem parayı parmakları arasında çevirirken. Sonra bir diğer paralar ile de aynı şeyi yaptı. Görünüşe göre bu paralar alelade altın sikkeler değildi. Ekrem’in anladığı kadarıyla Antik Mısır paralarıydı. Klanı ve cemaatinin sahip olmak için yüzlerce kişiyi öldüreceği türden paralar. Bulan ve sahip olan kişiye yüksek derecede itibar sağlayacak paralardı. Yine de emin olmakta fayda vardı.
Ekrem masasındaki telefona uzandı ve ahizeyi kaldırıp bir tuşa bastı.
“Emre’yi derhal buraya getirin!”