İstanbul
“Doğa burasını dünyanın başkenti olmak için yaratmışa benziyor.”
Alphonse de Lamartine
İstanbul iki kıtadaki varlığı, ortasından geçen Boğazı ve Haliç’i ile; güzel kokan kendine has çiçekleri ve şakıyan çeşit çeşit kuşlarıyla dünyanın en güzel doğal harikalarından biridir. Binlerce yıldır insanlar onun büyüsüne kapılmakta, şehri Ayasofya gibi şaheserlerle süslemektedirler. İstanbul, hakkında en çok şiir yazılmış, en çok şarkı söylenmiş şehirdir. Bugün hala dünyanın her yerinden ölümlüler ve ölümsüzler ona akın akın, gezmek, tecrübe etmek, onu yenmek ya da onu yaşamak amacıyla gelip dururlar. Bugün hala, Dünya’nın en büyük, en güzel ve en kalabalık şehirlerindendir.
İstanbul’un güzelliği çok boyutluludur. Bütün o doğal güzelliklerinin yanında Doğu ve Batı arasındaki özgün konumu onu emsalsiz kılar. O sayısız medeniyetin, dinin ve kültürün ortasındadır. Yunanlar ve Büyük İskender’in Helenistik kültürü şehri ilk günlerinden itibaren etkisi altına almıştır. Farslar, Araplar, Latinler ve hatta Vikingler şehre gelmiş, şehri kuşatmış, ona izlerini bırakmış ya da onun içinde yaşamışlardır.
Sayısız kuşatmanın şehre zarar verdiği su götürmez bir gerçektir. Her gelen şehrin hazinelerini arzular ve alabildiğini alıp kendisine katar. Fakat hiçbir zaman gelenler yalnızca zarar vermez, her seferinde ona kendinden bir şeyler de katarlar. Kimininkisi aldığını karşılar, kimininkisi karşılamaz… Kimisi bir duvara ismini kazır, kimisi öldüğü yere türbesini bırakır.
Bizans zamanında şehrin yalnızca Yunanlıların, Osmanlı zamanında yalnızca Türklerin olduğu fikri oldukça yanlıştır. Şehir, her dönemde farklı gruplara ev sahipliği yapar ve şehrin dokusu bu grupların bir aradalığından oldukça etkilenir. İstanbul her dönem kozmopolit bir yapıda olmuştur. Cenevizli ve Venedikliler şehre Bizans döneminde gelirler mesela. Osmanlılar İstanbul’u güzelleştirirken sadece Sinan gibi Türk veya müslüman mimarlarla değil, Serkis (Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları), Nigokos Ağa (Ortaköy Camii), Garabet (Dolmabahçe Camii), Balyanlar gibi İngiliz Ermenileri ile İsviçreli Fossati, Fransız Valloury, Alman Jachmund (Sirkeci Garı), Otto Ritter ve Helmuth Cuno (Haydarpaşa Garı), İtalyan Montrani (Aksaray-Pertevniyal Camii) ve Raimando d’Aranco (Şeyh Zafir Külliyesi) gibi Avrupalı mimarlardan da faydalanmışlardır. İstanbul ayrıca Şah Sultan Külliyesi, Haseki Külliyesi, Mihrimah Sultan Camiisi, Atik Valide Külliyesi, Dolmabahçe Camii, Aksaray Camii gibi eserlerle en çok kadın eli değen şehirlerden de biridir.
(Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı)
“Orada durduğunuzda tüm Konstantinapol’ün bir saat içerisinde geçtiğini görebilirsiniz… Rum, Türk ve Ermeni kalabalığın içinde at üzerinde ilerleyen devasa bir haremağası “Vardah!” (Yol açın) diye bağırır, hemen arkasında haremin bayanlarını taşıyan çiçekler ve kuşlarla bezeli fayton onu izlemektedir…
Yaya Müslüman kadın, peçeli kadın köle, uzun dalgalı saçlarının üstünde kırmızı şapkasıyla bir Rum kadını, siyah feracesine gizlenmiş bir Maltalı, milletinin antik giysileri içinde bir Yahudi, alacalı Kahire şalına sarınmış bir Arap kadını, Trabzonlu Ermeni bir kadın, hepsi siyah peçeli -bir cenaze görüntüsü; bunlar ve daha pek çoğu dünyanın çeşitli milletlerinin giysilerini sergilemek için bir tören alayı varmışçasına birbirini takip eder… Aynı giysileri giymiş iki kişi yoktur. Bazıları şalla sarmalanmış, bazıları bandanayla örtülmüş, yabaniler gibi donanmış -soytarı kıyafeti gibi çizgili ya da alacalı gömlek ve fanilalar; kimi belden koltuk altına uzanan silahlarla kabarmış kemerler; Memluk pantolonları, golf pantolonları, tunikler, togalar, yerlere sürünen uzun cüppeler, kakımla süslenmiş pelerinler, altınla kaplanmış yelekler, kısa kollar ve şalvarlar, keşiş giysileri ve tiyatro kostümleri, erkekleri kadın gibi giyinmiş, kadınları erkek gibi gözükmekte ve köylüler prens havalarında.”
1896
Dünya’nın farklı farklı yerlerinden, kimisi 15. Yüzyıl’da İspanya’dan gelmiş, kimisi İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan gelmiş Yahudiler, Arap İstilaları döneminde ilk kez varlıkları görülen zamanla şehrin hakimi haline gelmiş Müslümanlar, Bizans döneminden ya da Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya gibi ülkelerden gelen Levanten Hristiyanlar... İstanbul kendisine verilen bütün zararlara ve yapılan bütün yanlışlara rağmen bugün hala, herkesin bir arada yaşayabildiği bir şehir, bir kültür mozaiğidir. Şehrin bütün katmanları üst üste biner ve günümüzün kaotik, ve kalabalık İstanbul’unu oluşturur.
Bugün İstanbul’da yirmi milyon ölümlünün nefesi şehrin havasına karışır. Neon ışıkların vurduğu cam kulelerin gölgesi asırlık taş hanların yosunlu duvarlarına düşer. Onun hemen yanında kilise, cami ve sinagogların duvarları birbirine değer. Egzoz dumanına keskin bir baharat kokusu karışır ve zaman zaman yerini Haliç’in tuzlu kokusuna bırakır. İstanbul bütün duyularınıza bir saldırıdır.
Tarihi
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet…
Necip Fazıl Kısakürek
İstanbul’daki ilk yerleşimlere dair pek çok hikaye anlatılsa da, şehrin geçmişi o kadar eskilere uzanır ki mitolojiyle gerçek birbirinden ayrılamaz olur. Kesin olarak şu söylenebilir ki, Roma’dan da, İsa ve Hristiyanlıktan da önce İstanbul ve sakinleri oradadır. Antik Yunan tiyatrosunda, şehrin adı daha Constantinople bile değilken bu şehrin sakinlerinin sürekli sarhoş gezdiklerinden bahsedilir ve şehrin karakteristiği ta o zamandan belirlenir.
Şehrin pagan döneminden oldukça az şey kalmıştır. Bugün Kadıköy olarak anılan Anadolu Yakasındaki bölge ilk yerleşimlerden bazılarına ev sahipliği yapar. Paganist dönem, şehre bir iskelet verir.
Bugün bildiğimiz anlamıyla İstanbul’ İmparator Constantine döneminde, Constantinople adıyla bugünlerde tarihi yarımada olarak anılan bölgede kurulur. Zamanla Hristiyanlığın da önemli bir merkezi olur, İkinci Roma olarak anılır. Batı Roma’nın yıkılışından itibaren yeni imparatorluğa başkentlik yapar. Sayısız deprem, yangın ve hastalık görür. En yüce günlerinden bazılarını Doğu Roma İmparatorluğu başkenti olarak geçirir. Bir ilim ve irfan yuvasıdır. Öyle ki, Latin İstilasından sonra bile sanat ve bilim burada çiçek açmayı bırakmaz. Fatih’in fethinden sonra buradan İtalya’ya kaçanlar, Rönesans’ın başlamasında oldukça etkili olmuşlardır.
“Kutsal emanetler tüm Hristiyan alemindekiden daha fazlaydı desem, anlatmaya yeter de artar -dünyanın dört bucağında üretilmiş, saymakla bitmeyecek kadar altın, gümüş, kıymetli kumaşlar, eşya ve taşlar. Ben, Geoffrey de Villerhardouin, Champagne Mareşali, inanıyorum ki dünyanın yaratılışından beri bu şehrin yağmalanmasına benzer bir şey görülmedi.”
Geoffrey de Villerhardouin
Fatih döneminde şehir özellikle Latin İstilası ve vebalar sonrasında eski ihtişamını oldukça kaybetmiş durumdadır. Bir zamanlar dünyanın en kalabalık şehri olan İstanbul’un nüfusu azdır ve bir zamanlar Mısır’a ve İtalya’ya hükmeden İmparatorluk tarihi yarımadadaki surların arasına sıkışmış durumdadır. Fetih ve sonrasındaki yağma sırasında şehir yeniden oldukça büyük bir darbe almıştır. Fakat Fatih burayı kendi İmparatorluğunun başkenti haline getirir ve şehir bir kez daha büyük bir İmparatorluğun, Osmanlı İmparatorluğunun Başkenti olarak büyümeye ve eski ihtişamlı günlerine dönmeye başlar.
Şehrin üçüncü dokusu da budur, Osmanlı ve beraberinde getirdiği İslam kültürü şehre işler. Şehrin yedi tepesinde Kiliseler’le birlikte camiler de inşa edilir, İstanbul’un hem silueti hem de kültürü geri dönülmez bir şekilde değişir. Bu dönemin İstanbul’u Yahudilerle, Fransızlarla, Rumlarla, Venediklilerle ya da Almanlarla gerçek bir metropoldür. Fakat Osmanlı İmparatorluğu görkemini kaybettikçe İstanbul da bundan nasibini alır. Birinci Dünya Savaşı sebebiyle bu sefer de İngilizler tarafından işgal edilir.
Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk dönemleri şehir için zorlu geçmiştir. Şehrin gayrimüslimlerinin bir kısmı kendi istekleriyle, bir kısmı korkuyla, bir kısmı da zorla şehri terk etmek zorunda kalırlar ve yüzlerce yıldır bütün kültürlerin bir arada yaşadığı bu şehir belki de Latin İstilasından bile daha büyük bir yara alır. Köyden kente göç ve plansız büyüme şehrin doğasına geri dönülemez hasarlar verir, şehrin ortasına silüeti bozan devasa gökdelenler dikilir. Şehir artık başkent değildir.
“Diğer şehirler ölümlü olabilir, ama bana göre, bu şehir dünya üstünde insan oldukça yaşamaya devam edecek.”
Fransız Yazar Gyllius
Bütün bunlara rağmen İstanbul bugün hala ayakta, belki de yeni bir atılımın eşiğinde. Yurt dışından, farklı kültürlerden insanlar bugün yine Pera, Kadıköy gibi yerlerden konutlar almaya başladılar ve şehre bir kez daha kendi kültürlerini sunuyorlar. Kalabalık dezavantajlı olduğu kadar, şehrin bir normu ve şehre dinamizm katıyor. Her gün farklı bir grafiti yeni bir sokakta parıldıyor, sayısız konser ve müze hizmet veriyor, bazen, sökülenler yerine yeni ağaçlar dikiliyor. İstanbul’u gerçekten tanıyanlar, üzerindeki her şeyin geçici olduğunu, fakat İstanbul’un baki olduğunu biliyorlar. Siz de gelin, İstanbul’u yenmeye değil, onu yaşamaya, tecrübe etmeye. Bırakın size nüfuz etsin. Binlerce yıldır başkalarının olduğu kadar, sizin de eviniz olsun.
Gecenin İstanbul’u
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.”
Yahya Kemal Beyatlı
İstanbul hakkındaki karanlık hikayeler ilk günlere kadar uzanır. Paganlar burada tanrılarına dualar eder ya da söylentilere göre İmparator Justinien Ayasofya'yı inşa ettirebilmek için şeytandan yardım istemiştir. Bir kandaş daha fazlasını bilir. Şehir ölümlüler için olduğu kadar, hatta belki de daha fazla, ölümsüzler için önemli olagelmiştir.
Gangreller, Toreadorlar, Tzimisceler, Ventruelar… Hepsi şehri ilk keşfedenin, şehrin tepelerinde ilk ilahileri söyleyip ayın altındaki kanlı orgylerini gerçekleştirenlerin kendileri olduğunu iddia ederler. Gerçek bilinmez. Bilinen şudur ki buradaki kandaşların tarihi, şehrin tarihi kadar geriye uzanır. Şehrin ölümlü ve ölümsüz dünyaları girift bir şekilde iç içe geçer.
Trinity olarak bilinen üçlünün üç klanı, Toreador, Ventrue ve Tzimisce Roma ve Bizans dönemi İstanbul’una damgalarını vurmuş ve bilinen anlamda İstanbul’un mimarları olmuşlardır. Şehrin iyisiyle kötüsüyle o döneminin pek çok olayının izleri Trinity’deki Michael, Antonius ve Dracon’a kadar sürülebilir. Onların dölleri bugün hala İstanbul’da gölgelerin arkasından oyunlarını oynarlar.
Fakat Latin İstilası sırasında Trinity gücünü kaybeder ve Hülya’nın sona erdiği düşünülür. Şehrin geceleri bir süreliğine kaosa teslim olsa da, Giovanni ve Setler gibi dışarıklı klanların da desteğiyle Ventruelar nihayet otoriteyi kazanır fakat bu da kalıcı olmaz. İstanbul’un fethine kadar şehir birkaç kez el değiştirir.
Fetih sırasında Yek, Banu Haqim, Gangrel ve şehrin gururlu ve üstten bakan kandaşlarından rahatsız olan diğerleri, Fatih’le bir anlaşma yapar ve saldırıya katılırlar. Bu anlaşma uyarınca gündüzlere Fatih, gecelereyse Kandaşlar hükmedecektir. Fetih sırasında insanlar arasında olduğu kadar, şehrin binalarının tepelerinde ya da yeraltındaki tünellerde, gece vakti kandaşlar arasında da bir savaş döner. Fatih şehri fetheder, Yek klanı ise şehrin yönetimine oturur. Fakat Yek şehrin kompleks yapısını hafife almıştır ve hükümleri kısa sürer.
Şehir birkaç kez daha el değiştirdikten sonra bir Osmanlı Şehzadesiyken kucaklanmış olan Ventrue Mustafa’nın yönetiminde bir süre kalır. Bab-ı Ali baskını sırasında faili bugün hala meçhul olacak şekilde Mustafa öldürülür ve şehir bir kez daha kaosa teslim olur.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bu kaos dönemi, Ventrue Atahan’ın, son Bizans İmparatorunun kızıyken kucaklanmış Theodora Palaeologus ile evlenmesiyle sona erer ve İstanbul Barışı denilen barış yürürlüğe girer ve bugün bu barış hala sürmektedir.
Ölümlüler dünyasının gayri müslimleri pek çok olay ve durum sebebiyle şehri terk etse de, bu kandaşlar için çok küçük bir oranda geçerlidir. İstanbul’un gecesi, aynı İmparatorluk döneminin en şaşalı günleri kadar karmaşık ve çok kültürlüdür. Sayısız dil konuşulur ve sayısız dine inanılır.
Modern Geceler
İstanbul’un geceleri bir avcı için sonsuz bir orman, bir kurban içinse kimsenin çığlığınızı duyamayacağı bir okyanustur. Kaos, şehrin damarlarında dolaşır. İnsan selleri gündüz olduğu kadar gece de her yere akar. Beslenme olanaklarının artışıyla birlikte, kandaşların sayısı da kontrol edilemez bir şekilde artmıştır ve her yerde gecenin çocuklarına rastlamak mümkündür.
Bütün bu karmaşanın üzerine, Prens’in ve Divan’ın iradesiyle ince bir düzen perdesi serilmiştir. Yüzeysel bir sükunet. Beşiktaş’ta, ya da yaşlı ve gelenekçi Kadim bir Vampirin çevresinde kurallar daha katı uygulanırken ve cezalar daha keskinken, Boğaz’ın karşı kıyısına geçtiğinizde Üsküdar’da açık açık Ashirra’yı, Kadıköy’de saklı gizli de olsa Anarchları bulursunuz. Anadolu’da kurallar daha esnek ve pazarlığa açıktır.
Sunulmaya çalışılan barış tablosunun arkasına bakmaya cesaret ettiğinizde bulacağınız şey çatlaklar değil, derin uçurumlardır. Divan denilen meclis bir uyum sahnesi değil, her biri kendi senaryosunu oynamaya çalışan yırtıcıların toplandığı bir arenadır. Şehrin sokaklarında asıl gücün Divan’da ya da Prensin sarayında da değil, gölgelerdeki isimsiz varlıklarda olduğuna dair söylentiler dolaşır.
Prens’in ve Ventrueların Ankara ve Ankaradaki Yeklerle düşmanlığı ve şehrin politika sahnesinin en hareketli olaylarındandır. Belediyelerde, orduda, polis teşkilatında, mahkemelerde ve diğer her yerde bu ikisinin çıkarları çatışır ve yüz yıldır süregelen mücadele bugün de devam eder. İstanbul sürekli olarak Ankara’daki hükümetin soğuk nefesiyle tehdit altındadır.
Bu yerel durumlar yetmezmiş gibi, son yıllarda sanki dünya da bu şehre doğru eğiliyor gibidir. Gezegenin karanlık köşelerinden, tarihin unuttuğu mezarlardan, akıl almaz güçteki kadim varlıklar, isimleri efsanelerde geçen vampirler birer birer İstanbul’a a gelmektedirler. Bu bir istiladan çok bir hac yolculuğuna benzer ve son durak burasıdır. Bir oyunun son perdesi ya da belki de bi oyunun başlangıcı burada oynanacaktır. Cılız İstanbul barışı bu kadim ve güçlü aktörlerin yerlerini almasıyla tehdit altındadır. Şehirde bütün ittifaklar sarsılmakta ve yüzlerce yıldır yapılan planlar dahi geçersiz kalmaktadır.
İstanbul büyücüler, hayaletler, hortlaklar, ya da gulyabaniler için de en önemli oyun alanlarından biridir ve onların hamleleri pek çok kandaş tarafından tahmin dahi edilemez. Onlar satranç tahtasını deviren ellerdir.
Modern Geceler, bütün bunların yanında, bütün bunlar hakkında çok kısıtlı bilgisi olan, genç, deneyimsiz, son 50 yıl, hatta çoğunluğu son 20 yıl içerisinde kucaklanmış olan kandaşlarla doludur. Onlar bazen bir piyon değerinde bile değilken, bazıları bu kanlı oyunun içerisinde yükselmenin bir yolunu bulur, ya da kendisine yol açmak için en yakınlarını bile feda eder.
Logos
Logos. Genius Loci. Şehrin Ruhu. İstanbul’a has, yalnızca İstanbul’un doğaüstü varlıklarını etkileyen bir fenomen. Belirli ya da düzenli bir biçimi bulunmaz. İstanbul’un arnavut kaldırımlarında yürürken kendinizi birden bir apartmanın tepesinde bulabilirsiniz. Ya da daha da fenası, 1267’de. Ya da Fetih sırasında surlarda. Ya da yedikule zindanlarında bir işkenceye tanıklık ederken. Logos’un tam olarak ne olduğu bilinmediği gibi etkileri de öngörülemez. Bazen yalnızca geçmişten, gelecekten ya da başka bir yerden bir siluet görürsünüz. Bazen siz de oradasınızdır. Bazen yalnızca bir anlığına size bir görü verir. Bazen ağzınızdan anlamını bilmediğiniz kelimeler çıkar.
Logos’un mekan ve zamandan azade, İstanbul’un kendi ruhu olduğu düşünülür. Buna rağmen bir başlangıç zamanı vardır. Efsanelere göre Logos’un ilk etkisi, bütün şehirde birden Latin İstilası sırasında gerçekleşmiştir ve bir anlığına şehrin bütün doğaüstü varlıklarının beyninde bir çığlık yankılanmıştır. Toreadorlar buna şehre verilen zarara binaen İstanbul’un Çığlığı derler ve bu olay Logos’un da başlangıcıdır.
Yıllar içinde pek çok kişi Logos’un doğasını anlamak için çeşitli çalışmalar yürütse de hakkında çok az bilgi elde edilebilmiştir. Kandaşlar arasındaki hikayelere göre İstanbul da kendi amaçları olan bir varlıktır, bir zamanlar öyle değildiyse bile zamanla bu hüviyeti kazanmıştır ve kendi amaçlarını güder, Kandaşlara verdikleri vizyonlar ya da zaman ve mekan yolculukları, onun kendi emellerini gerçekleştirme arzusunun tatmin yoludur.
İstanbul Ahdi
İstanbul Ahdi
Bu Ferman, Prens Atahan Çağlar'ın Yükselişi ve İstanbul Barışı'nın tesisi üzerine ilan edilmiştir. Kadim Gelenekler'in ardından, bu şehrin damarlarında dolaşan kanunlar bunlardır. Bilinsin ve itaat edilsin.
Divan’ın Hükmü
Divan konuştuğunda, İstanbul konuşur. Divan'ın hükmü, Prens'in iradesiyle birdir. Bu Yüce Meclis'in kararına alenen karşı gelen veya hükmünü hiçe sayan, sadece Prens'in otoritesine değil, bu şehri bir arada tutan mukaddes ahdin kendisine de ihanet etmiş sayılır. Böyle bir ihanetin diyeti, yine Divan'ın kendisi tarafından, kanla belirlenecektir.
İstanbul Barışı
Divan’ın izni olmaksızın yapılan bütün savaşlar hükümsüzdür. İstanbul Barışına karşı yapılacak herhangi bir eylem, Prens ve Prenses’in şahsına ve Ventrue ve Toreador klanlarına karşı yapılmış bir saldırı olacak kabul edilecektir.
Mukaddes Mekanların Dokunulmazlığı
Elysium olarak belirlenmiş alanlar dinlenme ve müzakere alanlarıdır. Bu topraklarda şiddete, tehdide veya herhangi bir çekişmeye izin verilmeyecektir. Mukaddes mekanlar davetiye istemekte serbesttir ve davetiyesiz girenler Mukaddes Mekanlar’ın diğer kurallarını çiğnemiş gibi muamele görür.
Prens’in Hususi Mülkü
Beşiktaş semtinin yanı sıra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve ona bağlı tüm idari kollar -zabıtasından itfaiyesine, su işlerinden imar dairelerine kadar- Prens'in şahsi Alanı'dır. Bu alanlara Prens'in açık izni olmadan sızmaya, onları manipüle etmeye veya kendi çıkarları için kullanmaya cüret edenler, doğrudan Prens'in av sahasına girmiş kabul edilir.
Alanlar
Bu geceden itibaren, bu şehirde bir karış toprak dahi birine ancak Divan'ın onayıyla bahşedilebilir. Bir Alan sahibi, kendi hudutları dahilinde, Kadim Gelenekler ve işbu İstanbul Ahdi'ne riayet etmek kaydıyla, kendi fermanını ilan etmekte serbesttir. Lakin unutulmasın ki, her Alan nihayetinde Prens'in Alanı'nın bir parçasıdır ve bu imtiyaz bahşedildiği gibi geri de alınabilir.
Bazı Terimler
İstanbul Komplosu: İstanbul’da yaygın olarak bilinen bir hikayeye göre şehrin bir zamanlar yöneticileri olan Trinity ve şehirdeki düzen Latin istilasıyla beraber devrildiğinde, İstanbul’un en büyük güçleri bir araya gelip bir çeşit birlik oluşturmuşlardır. Bu birlik arka odalardan sonsuza kadar İstanbul’a hükmetmeyi amaçlar ve gölgelerinden çıkmaz. Sonra gelen Prensler, ya da şimdiki Divan da yalnızca İstanbul Komplosunun görünürdeki piyonlarıdır. Bu hikayeler anlatılsa ve yeni kandaşlar tarafından ilgi çekici bulunsa da, daha yaşlı vampirler bunların deli saçması olduğunu söyleyerek tamamen reddeder.
Dream: Hülya. Asıl olarak Trinity’nin şehre hakim olduğu yıllarda kullanılan bir terimdi ve Toreador Prensin şehre dair vizyonunu temsil ediyordu. İstanbul hem ölümlüler hem de ölümsüzler için şehirlerin en güzeli, büyüğü ve yücesi olacaktı. Latin İstilasından sonra Dream’in son bulduğu ve başarısız olduğu düşünülse de Fatih’ten sonra Hülya ismiyle yeniden gündeme geldi ve hala devam ediyor. Hala Toreadorlar Hülya konusunda obsesifler ve bu obsesifliklerini diğer klanlardan da pek çok kişi ve hatta kimi ölümlüler paylaşıyor. İstanbul’a güzel binalar yapılmaya çalışılıyor, İstanbul hakkında şiirler yazılıyor ve şarkılar söyleniyor. Son yıllardaki ani kentleşme Hülya’ya bir darbe vurmuş olsa da hiçbir şey bitmiş sayılmaz. Bugünlerde Prenses’in Hülyası olarak da düşünülüyor ve en büyük temsilcisi o.
Trinity: Toreador Michael the Patriarch, Antonius the Ventrue ve Tzimisce Dracon (Bugün yaşayan Drakon ile bağlantılı fakat farklı kişiler) Bir zamanlar çok uzun bir süre onlar ve onların aileleri şehre hükmettiler ve belki de şehre herkesten çok izlerini bıraktılar. Bugün çocukları ve torunlarına hala ulaşmak mümkün. Kadim olanlardan bazıları hala yasla onların dönemini anıyor.
İstanbul Barışı: Prens ve Prenses’in düğünüyle elde edilmiş, ince, kırılgan bir barış.